Ülkemizde son günlerde kürtaj yasağı hakkında yasal düzenleme yapılmasına dair çalışmalar, sivil toplum örgütleri, kadın haklarının korunmasına yönelik kamusal hizmetlerde bulunan dernekler, çeşitli baro başkanlıkları ve sosyal medya gündeminde hararetli tartışmalara yol açtı. Öyle ki, bu konu hakkında kendinde söz hakkı görmeyen hemen hiç kimse kalmadı.
Kadın vücudunun milli nüfus politikasında belirleyici bir suje olarak görülmesi, dini inanç ve dolayısıyla manevi alana özgülenerek böyle bir yasağı gündeme getirmek hiç kuşkusuz ki kadın vücudu ve psikolojisi üzerinde devlet tasarrufunu kabul etmek demek. Bu da karşımıza çok korkunç bir gidişatın sinyallerini çıkarıyor. Wikipedia’nın kısa faşizm tanımına göz atacak olursak içine çekildiğimiz tartışmanın sadece ‘kürtaj’ fikrinden ibaret olmadığını anlıyoruz. ‘’Faşizm: sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeden toplumun birlikteliğini savunan, devletin her şeyden üstün olduğunu vurgulayan, tek partili, vatansever, aşırı milliyetçi, anti-demokratik, anti-komünist, anti-kapitalist, halkçı (popülist) ve otoriter bir sistemdir. ‘’ Açıkça görüleceği üzere artık devlet, hukuk devleti olmak yolunda pozitif adımlar atarak halkın sağlığı, çalışma koşulları, istihdam politikaları ve açlık sınırında yaşam mücadelesi veren azımsanmayacak nüfusun varlığı karşısında çözüm üretmek yerine faşizan bir tavırla kadın vücudu üzerinde tahakküm kurmaya çalışmakta.
Dünya kamuoyunda da tepki toplayan bu girişimin evrensel insan hakları savunusuna indirdiği darbenin somut örneklerini tarihte görmek de mümkün.. Kürtajı 1920’de yasaklayan, yasadışı kürtaj yaptıran bazı kadınları idam eden, 1942’de kürtajı “devlete karşı işlenen suç” kapsamına alarak bir bakıma vatana ihanete dönüştüren Fransa, bu konuya yaklaşımını Ocak 1975’te kabul edilen bir yasayla kalıcı olarak değiştirmişti. Kürtaj yasağını kaldıran bu yasanın kabul edilebilir hale gelmesi, 5 Nisan 1971 günü Nouvel Observateur dergisinde yayımlanan bir manifesto metnine dayanıyor. Ünlü kadın filozof ve yazar Simone de Beauvoir’ın yazdığı, aralarında aktris Catherine Deneuve, şarkıcı Brigitte Fontaine, yazarlar Marguerite Duras, Françoise Sagan, sinema yönetmeni Agnès Varda gibi isimlerin de yeraldığı 343 kadın tarafından imzalanan bu manifestoda kürtaj yasağına çok sert tepki gösterildi. Çeyrek asırdan fazla bir zaman önce kayıtlara geçen ve bugün üzüntüyle,utançla hatırladığımız uygulamanın 2012’de ülkemize tüm ciddiyetiyle girmeye çalışması kaygılanmakta, geleceğimiz için kuşku duymakta hiç de haksız olmadığımızı gösteriyor.
Öncelikle bir kadın olarak örnek bir cesaret ve sağduyuyla konu hakkında “ Sadece inanç temelli bir tartışma ve bir manevi alan tartışması yapılmaktadır. Kadın bedeni devletin nüfus politikalarının aracı olarak değerlendirilmektedir. Kadınların eşitliğine aykırı bir mücadele Anayasanın 10 maddesinde kadınların ve erkeklerin eşit olduğu kadınların eşitliğine aykırı uygulamalara karşın mücadele etmenin devletin görevi olduğunu, kadınların statüsünü yükseltmek için yapılacak iş ve işlemlerin alınacak kararların anayasaya ayrımcılığa aykırı konusunda beyanda bulunmak, yorum yapmak mümkün değil diye anayasa hükmümüz var. 20. Madde özel hayatın dokunulmazlığını düzenlemiş, 17. ve 20. madde hiçbir sınırlama taşımıyor. Kürtaj yasağı Dünya Sağlık Örgütü çerçevesinde şartlar çerçevesinde kürtaj yasağı anayasa 17 ve 20 madde gereği aykırı olacaktır. Dolayısı ile kişinin maddi ve manevi varlığına yönelik bir uygulama onun geleceğine yönelik kararı bireyin değil devletin vermesi anayasaya aykırıdır.Ceza yasamızda kürtaj yasal olarak kabul edilmektedir. Kadına tanınan bireysel bir haktır bu” şeklinde önemli ve değerli bir açıklamada bulunan İzmir Baro Başkanı Av. Sema Pekdaş’ın Anayasa İhlalinin de açıkça altını çizdiği bildirisinde de dile getirdiği gibi, sadece evrensel insan hakları çerçevesinde değil; ülkemiz Anayasal düzeninde de böylesi bir uygulamanın yeri olmamalı. Geçtiğimiz hafta başından bu yana gerek sosyal medya gerek sokaklarda seslerini duyurmaya çalışan sivil toplum örgütleri, kadın dernekleri ve halkın haklı isyanını dikkate değer bulmayan hükümet politikasının, ülkemizi çekmeye çalıştığı ideoloji böylece toplumsal paranoya olmaktan artık çıkmış görünüyor..
Hükümetin başlıca hatası, yanlış bir algılayışla dini paravan kullanarak kadın vücudu üzerinde söz sahibi olabileceğini düşünmesi. Öyle ki Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda hiç tereddütsüz söz hakkı olduğunu düşünmüş (!) Böyle bir anlayışa yine inanç temeli üzerinden yaklaşıldığında dahi yasakları yasalaştırma eğilimini kürtaj konusunda da kabul etmek mümkün olmayacaktır. Çoğumuzun islami temeller üzerine kurulu bir inanç sisteminde yaşadığı, bir çoğumuzun aile hayatı ve etik değerlerimize de bu doğrultuda yön verdiği düşünüldüğünde bu yasal düzenleme girişimini kabul etmek imkansız. Zira İslamiyet, kadını her tür zulüm ve kötü muameleye karşı koruyan, kadının toplum ve aile hayatındaki yeri ve değerini vurgulayan bir ‘Hoşgörü Dini’ olması hasebiyle güven ve sevgi temelleri üzerine kuruludur. Kadının üreme nesnesi, ahlaki güvence konusu haline getirilmesi; embriyonun haklarını korumak değil, kadını toplumsal hayatta ötekileştirmek, sınırlandırmak ve sanki bölünerek çoğalan tek hücreli bir canlıymış gibi çoğalmanın; anne olmanın sorumluluğunu tekil nesne halinde kadına yüklemektir. Mevcut yasal düzenlememize göre 10 haftalık gebelik süresi geçirildiğinde halihazırda kürtaj mümkün değil. Böyle bir operasyonun cinayet olduğunu tüm kamu vicdanı da zaten kabul eder. Kimse, anne karnında oluşumunu tamamlamaya muktedir bir insanın katline icazet veremez. Lakin tamamen yasaklamak, zaten mevcut olan illegal kürtaj operasyonlarını artıracağı gibi, kadının ‘anne olmak’ seçimi gibi en insani ve hayatına sıkı sıkıya bağlı bir hakkını dahi elinden almaktan başka bir şey değil. Doğum kontrol yöntemlerinin başarısızlık oranlarını gösteren Pearl Index adı verilen birimde tıbben kabul gören yüzdeler incelendiğinde anlaşılacaktır ki, en güvenilir bulunan korunma yöntemlerinde bile gebelik riski mevcut. Hiçbir doğum kontrol yöntemi kadının gebeliğini sıfıra indirgeyemiyor. Dolayısıyla, anne olmak ya da olmamak hürriyetini bilinçli olarak kullanan bir kadın için böyle bir yasağın açıkça Anayasal ve Evrensel İnsan Haklarına ait en temel haklarından birini; vücudu ve özel hayatı üzerindeki tasarruf hakkını elinden aldığı açıktır.
Yine en başa dönersek, inanç üzerinden, çoğunluk inanç sistemi üzerinden kullanılan iktidar erki, hem azınlık haklarını, hem eşitlik ilkesini, hem de en temel haliyle İnsan haklarını açıkça ihlal etmekten öteye götürmez. İslami öğretilerde dahi ana rahmine düşen ceninin 120 günden önce ruhunun üflenmediği yazar. Yani hükümet, ulemanın, islam aliminin bilgi sahasına da paldır küldür giriyor biryandan.
Kadına ‘doğuracaksın’ emri vermek, çok yakın bir gelecekte illegal kürtaj operasyonlarıyla can veren kadın haberlerini sıklıkla duyacağımız anlamına geliyor. Bu acıları yaşamadan önce gidişata dur demek de hepimiz için asli ve insani bir görev.
Sapla samanı ayıramayacak kadar aciz politikalarla kadın hakları üzerinde hegemonya kurmak karanlık bir geleceğin tohumlarını ekmekten başka bir şey olmayacaktır. Mustafa Kemal Atatürk de ‘’Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!’’ sözleriyle kadını ikincil; baskı altına alınan birey haline getirmenin sonuçlarını böyle dile getirmiştir.
Kaldı ki, ‘anne olmak’ vasfına sahip olmayan, böyle kutsal bir sorumluluğa kendini hazır hissetmeyen bir kadının devlet eliyle anne yapılması gelecekte mutsuz aileler, mutsuz ve başarısız bireyler sürüsü yaratmak demek Toplumun niteliğine değil niceliğine önem verecek olunursa da sonunda medeniyetlerin dışına itilmiş, kaos halinde, can güvenliği, eğitim, sağlık ve istihdam imkanı, düşünce ve yaratım özgürlüğü olmayan, karanlık ve aciz bir ülke haline gelmek hiç de mübalağa yahut uzakta bir ihtimal olmayacaktır.. Bilhassa biz hukukçular ve geleceğin hukukçuları böylesi orta çağ zihniyetleriyle alınan ve yasalaştırılmaya çalışılan kararlar karşısında direnç göstermeliyiz. Tecavüzcüsüyle evlendirilen, daha da ileri götürülerek şimdi de tecavüzcüsünden çocuk sahibi olmak tehditi altına alınan, kürtaj yaptırmak yerine kendini öldürmesi salık verilen; ve bu çatlak seslerin, üzerinde yorum yapmaya bile değmeyecek düşüncelerin bizi yöneten insanlardan çıktığını bilmek elem verici. Bu karamsar tablo karşısında sessiz kalmak, tarihe ülkemiz için bir karanlık not daha düşmek olur. Ne yazık ki bu henüz bir başlangıç …
Farkındalığınızı yitirmemeniz dileğimle…
Yararlanılan Kaynaklar:
Wikipedia Sözlük
Hürriyet Gündem
İzmir Barosu Başkanı Av. Sema Pekdaş/Kürtaj Yasağı Hakkında Basın Açıklaması